Aydınlık

Kötüsü, en kötüsü, olmuştu işte. Korkumdan kurtulmuştum, onunla hissettiğim ve hissedebileceğim her şeyden de. Artık herhangi bir şeyden korkmam mümkün değildi zira daha korkunç bir şey hayal edemiyordum

Okurlarımız örgütlendi! Aydınlığımız büyüyor!

Gazetenin manşeti gözüme çarpıyor, büfeye doğru yürürken. Ve altta duran diğer gazeteler; gün boyu alınmayı bekleyip de saat 5’i geçince ümidi kesen ve artık gelen geçenin üzerine manşetlerini yağdıran gazeteler. Yazıları daha berrak, sayfaları sararmış, paragraflarını, kelimelerini, harflerini yüzümüze bir peri tozuymuş gibi serpen gazeteler. Büfe penceresine kafamı uzattım, 50 liralık AKBİL doldurup ardından bir paket sigara alıp yoluma devam ettim. Lütfen diye başlamadım cümleye adamdan sigara isterken, ayrılırken teşekkür etmedim, kolay gelsin demedim, hele iyi günler dilemeyi asla düşünmedim. Bugün nazikçe geçip giden, maruz kalanların üzerine yumuşak tüylü, el örmesi bir battaniye misali sarılan, o yumuşak tüyleriyle endişelerimizi, yorgunluğumuzu okşayan bir gün değildi. Bugün iyi günler dileği tutulacak bir gün değildi. İyi olmayan günlerin iyi olmadığını kabul etmek gerekti. Asla iyi hatırlanmayacaklardı, hiç yaşanmamış olmaları dilenecekti. Ama maalesef en çok onlar yaşanacaktı, zihnimizde tekrar tekrar. Lanetler, beddualar yağacaktı üzerlerine, her şeyden sorumlu o günler tutulacaktı, hiç adil olmasa da. Bazı günler işte bugün gibi geçmek bilmezdi, saat 12’yi geçse de takvim yaprağını değiştirse de üzerimize sülük gibi yapışırlardı.

Kendimi bildim bileli huzursuzdum bazı gerçeklerden. Bana hep diğer insanların içinde kayboldukları halüsinasyonlar gibi gelirlerdi. Bilakis önüme her daim arsızca çıkan aile gerçeği de öyleydi. Bir anlamı yoktu benim için. Sözlüklere yer etmesi, hayatımın ve bildiğim herkesin hayatının orta yerine tünemesi, attığın ve atmak istediğin her adımda insanın ayağına çelme takması çileden çıkarırdı beni. Görüntüsünden hoşlanmayan birinin banyodaki aynayı kırması ne kadar boş ve komik bir kaçış yöntemiyse, benimki de öyleydi. Silahın içindeki mermi silahın varlığını nasıl inkâr ediyorsa ben de öyle inkâr ediyordum bu kutsal bir o kadar da boktan müesseseyi. Bir gün birinin tetiği çekip, beni oradan kurtarması ümidiyle.

Saat 12.30, dersime daha 1 saat vardı, parka oturup bir sigara yaktım, karşımdaki caddede gelip geçenleri izlemeye koyuldum. Yeşil ışığı beklemeye mecali olmayanların bir yere yetişmekten ziyade oldukları yerden firar etmek istermişçesine bir kaçışları vardı. Hem şoförlerin hem yayaların acelesi vardı. Acilen kaçıp gitmek lazımdı. Gözüm kornanın sesinden irkilen bir kıza takıldı. Korkunun verdiği dumurlukla arabaya birkaç saniye bakakaldı. Korku… Bazen içimizdeki zamanı durdurur, bazense kendimize gelebilmemiz için zamanımızı çalar. Benim de korkum zamanımı durdurmuştu. Tam olarak ne zaman başlamıştı pek hatırlamıyorum. Annemin hastalığını ilk öğrendiğimde mi, ilk kez hastaneye kaldırıldığında mı ya da belki çok daha öncesindeydi. Verdiği cevabın doğru olup olmadığından emin olmayan, o lanet şıklardan hangisinin yeşile döneceğini kalp atışı efektleriyle bekleyen bir televizyon yarışmacısının bitmek bilmez bekleyişi gibiydi hayatım, yavaşlamış nerdeyse durma noktasına gelmişti. Korkuyordum, bekliyordum, dillendirmek, hatta aklıma bile getirmek istemediğim şeyden deli gibi korkuyordum işte. Zaman gitgide ağırlaşmıştı, korktuğumun başıma gelmesini bekliyordum, ailemde kardeş payına düşenden bana korku kalmıştı. Diğer herkes umut ederken ben korkuyordum. Korkum yeşerip sarmaşık gibi sarmıştı beni, hareket edemiyordum.

Her an bir melek bir de şeytan ziyaret ediyorlardı fazlasıyla karışık aklımı. Ya dua ediyordum ya da korkuyordum, bu ikisini yapmadığım zamanlarda da uyuyordum. En iyisini umut etmek, en kötüsünden korkmak, ancak ikisinden biri nihayet gerçekleşirse işte o zaman, o büyülü anda, bir saniye ya da saniyenin onda biri kadar vakitte tamamen özgür olacaktım. İçimdeki bozuk saat çalışmaya başlayacak, tüm havayı içime çekerek, derin bir nefes alacaktım.

İşte 1 yıl önce bu kötü günde o olmuştu.

Kötüsü, en kötüsü, olmuştu işte. Korkumdan kurtulmuştum, onunla hissettiğim ve hissedebileceğim her şeyden de. Artık herhangi bir şeyden korkmam mümkün değildi zira daha korkunç bir şey hayal edemiyordum. Hani hayal gücünüzün sınırları içinde yer almıyorsa sizin için var olmayan bir şeydir korku ya artık hiçbir karabasan beni korkutamazdı. İzmariti yere atıp, kursa doğru yürümeye başladım. Dersime yarım saat kalmıştı. Günün geri kalanının içimi sızlatan akışına teslim oldum

Ertesi gün, saat: 9.30

Alarm çalmadan uyandım, gece 4’e doğru uyuyakaldığım için olsa olsa 5 saat uyumuş olduğumu düşündüm. Geçmek bilmeyen günlerin armağanıydı düzensiz, sizi dinlendirmekten ziyade yoran uykular. Bir güzel, deliksiz uyusam belki yarın diye vaat edilen o yeni güne varabilecektim fakat takvimim tam 1 yıldır aynı güne uyanıyordu. Kalkıp, giyindim. Sigaram bitmişti, almak için aynı büfeye doğru yola koyuldum, büfenin beni orada beklediğine, her zamankinden daha ufak, daha pis ve satıcısının daha suratsız olduğuna dair bir his vardı içimde.

Büfeye yaklaşır yaklaşmaz bir gazete büyük, simsiyah manşetiyle bana el salladı.

SANA BİR İYİ BİR DE KÖTÜ HABERİM VAR!

Önce iyiyi okudum.

Özgürsün artık, aklına gelebilecek ne kadar sınır varsa kalktı.

Anlamamıştım, anlamam için kötü haberi de okumam gerektiğini biliyordum, gözümün ucuyla ilerleyen satırlara baktım. Tek bir cümleydi.

Artık çok da önemi yok.

Aydınlık olmayacaktı artık, karanlık da olmayacaktı, çünkü ışığın bir önemi yoktu. Sevginin sevgisizlikle, Tanrının şeytanla, iyiliğin kötülükle, düzenin kaosla birlikte var olduğu gibi korku da ancak umutla var olurdu. Artık korktuğum bir şey olmadığından herhangi bir şey için umut etmek de oldukça amaçsız kalıyordu gözümde. Bir şeyi delicesine arzularken, gerçekleşme ihtimalinin verdiği heyecan, ya olmazsa korkusunun harmanlanmasıyla oluşan o keskin kokulu zarif travma hayatı denen sırası karışmış hadiseler silsilesini yaşanmaya değer kılıyordu. Zamanla yeni heveslerim olacaktır elbet, sahip olacağım şeyler de. Ama hiçbirini kaybetmekten deli gibi korkmayacağım, geceleri dokunmaya çekinip, yüzlerine dualarımı üfleyerek üzerlerini örtmeyeceğim. Çünkü artık biliyorum onlarsız da gayet yaşayabilme ihtimalimi. Kadim bir sırra erişip de bunun bir lanet mi yoksa tanrısal bir hediye mi olduğunu anlayamamış bir büyücü gibiyim. Her şeyi anlayınca artık hiçbir şeyin anlamı kalmadı ellerimde. Ben de tıpkı o saf ve aynı derecede de küstah büyücü gibi ömrüm boyunca ilgili makamlara arz etmiştim merakımı. ‘’Özgürlük’’ dedim. ‘’Nedir gösterin bana, kaldırın sınırlarımı, nasırlı ayaklarımdaki prangaları, mecali kalmayıp hafiften çökmüş omuzlarımdaki suçluluk duygusu denen o legal uyuşturucuyu!’’. Maalesef mi yoksa nihayet mi demem gerek bilmiyorum ama cevabını pekâlâ almıştım, o ilgili makamlar şimdi orta parmaklarını çıkarıp, gülüyorlardır halime. Özgürlük bir hiçlikmiş meğer ve ben bu hiçliğin tam ortasındayım şimdi. Ne beni endişelendirecek ne kızdıracak ne de mutluluktan havalara uçuracak önemde bir şey var hayatta. O gitmişti. Eğer o gittiyse, kim kalsın ki bu dünyada? Her şey ve herkes yoktu, ne düşülebilecek bir aşağısı ya da çıkmayı umut edeceğim bir yukarısı var artık. Sapına kadar özgür, bir o kadar da acınasıyım. Kimsesizim, kimsem olmadığından değil, kimselerin ‘onsuz’ bir önemi olmadığından. ‘‘Senin mutlu olmandan başka hiçbir şey ilgilendirmiyor beni’’ derdi hep. Belki de mutluluk denen şey buydu, devasa bir kayıtsızlık, korkusuzluk. Öyleyse bile, sensiz tadı yok. Artık ne üzülmelerim ne ağlayışlarım çığlıklarla buluşacak ne de sevinçlerim kahkahalarla suret bulacak, sensiz boğazımdan geçmez ki hiçbiri. Gidişinin nedeni bu muydu, bana bunu mu armağan etti?